Anne-Baba İle Yaşanan Her An Nimettir!

Geçtiğimiz Pazar günü KOAH hastası olan babamın cihazları için gereken saf suyu temin ederek evlerine götürdüm. Yaşlılığın ve hastalıkların bedenen çökerttiği anne ve babamın, giderek çocuk masumluğunu ve şefkatini celbeden hüzünlü ama nurlu ve mütebessim hallerini izledim.

Kendisi oruçlu olduğu halde evladına bizzat ikram için çırpınan, neredeyse lokmayı ağzına verecek kadar her şeyle ilgilenen, parkinson hastalığından titreyen elleriyle kendi yaptığı şerbeti bardağa doldurup uzatan annemi sevgi ve hayretle izledim. Bize eziyet gibi gelen ve sırf onu yormamak için kaçındığımız ne varsa aşkla ve şevkle yapmaya gayret ediyordu. Ben kaçındıkça o yeni şeyler vermeye çalışıyordu. Annelik yaşa ve zamana sığmayan bir erdem ve karakterdir. Anneciğimin bu yaşıma kadar varlığına şükür ile içimden dualar ettim.

Akşam ezanı okunduğunda zaten abdestini bizden önce almış olan Babacığım hareketlendi. Ben de önceki hafta onun imamlığında kıldığımız namazın tekrarı için özlemle ama hastalığından dolayı endişeyle, yine cemaat yapalım mı baba diye sordum. İmamlığa takatim yok sen kıldırırsan olur oğlum dedi. O söyleyince benim için onurlu bir emir oldu. Burnunda oksijen veren ince hortum aparatı ile bir adım sağ yan gerimde namaz için durdu.

Kamete başlarken aslında iyiydim. Görev, mutluluk, babamın sağlığından endişe, şükür gibi duygu karmasıyla ama normal bir ciddiyetle kamet okumaya başladım. Derken birden sesim çatallaştı, titredi ve güçlükle devam edebildim. Namazı kılarken, sureleri okurken gözlerimde akacak gibi dolmuş yaşlar ve çatallaşan ses tonuyla biraz zorlanarak ilerledim. Kendimi toparlamaya çalışırken, doğrudan bakamasam da doğal görüş alanıma girdiği kadarıyla babamı da kolladığımı fark ettim. Her an bir yığılma veya denge kaybı olmasın endişesiyle sürdü bu durum.

Namazdan sonra bende oluşan bu duygu yoğunluğunu tanımlamaya çalıştığımda, neredeyse dede olacak yaşa geldiğim halde Anne-Babamın sağ ve görece sağlıklı olmalarından dolayı yaşadığım mutluluğun, ebeveynini daha erken yaşlarda kaybedenlere ve son deprem felaketinde vefat eden insanlarımıza karşı bu mutluluktan duyduğum mahcubiyetin, birisi her sene 3 aylarını aralıksız oruçla geçiren, diğeri her ne durumda olursa olsun namazını terk etmeyen iki tatlı ebeveyn nimetine layık görülmenin verdiği sevinç ve şükür duygularının etkisinde kaldığımı söyleyebilirim.

Toplam 2 saat kadar süren bu ziyarette geçen zamanın asla boşa gitmediğine, hem maddi hem de manevi bereketiyle nasiplendiğime adım kadar emin ve huzurluyum. Onların duasına, mutluluğuna, mütevazi ikramlarındaki berekete, titrek sesle kıldırdığım vakit namazının huşu ve lezzetine elbette paha biçilemezdi.

Artık anı olan bu taze olayımı okurken, anne veya babasından kaybı olan ve zaten yüreği özlemle yanan dostlarımı incittiysem özür diler, helallik vermelerini beklerim. Bu yazıyı onlardan ziyade halen anne babasından biri veya ikisiyle beraber yaşayan, veya ayrı da kalsalar istediklerinde görüşebilen kardeşlerimiz için yazdım. Lütfen henüz yaşarlarken kıymetlerini bilelim. Onları birer Cennet ve sevap ağacı gibi görerek, her fırsatta hayırlı meyvelerini toplarcasına dua ve memnuniyetlerine çalışalım. Yapamadığımız büyük şeylere değil, basitte olsa onlar için önemli ve rızalarını kazandıracak taleplerine odaklanalım.

Aslında bu yaklaşım sadece anne babalarımız için değil, diğer aile üyelerimiz için de geçerli olmalı. Çünkü bizler her ne kadar Rabbimizden sıralı ve hayırlı ölümler dilesek de Takdir-i İlahi gereği deprem, sel, yangın gibi afetler veya kazalar ile aniden vefat edip gitmeleri de mevzu bahis konusudur. Seven sevdiğini söylemeli, sevgi ve saygısını göstermelidir. Telafisi imkansız pişmanlıklar yaşamaktansa, icrasını hamt ve şükür ile andığımız güzel anılar biriktirsek daha iyi olmaz mı?




Namaz Kılmak Hayatımızı Nasıl Etkiliyor?

Namaz kılmak, Yüce Rabbimizin biz aciz kullarına yüklediği bir kulluk görevi ve aynı zamanda muhteşem bir ikramı ve benzersiz bir nimetidir!

Her nimeti olduğu gibi, namazı da bizlere en güzel şekilde öğreten ve eda eden de biricik Rehberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizdir.

Bu yazıyı, namazın hayatımıza olan etkisini tarif edebilmek ve yaşattığı duyguları acizane ifade edebilmek için yazıyorum.

Namazı, muhteşem bir organizatör ve ilahi bir kalibrasyon aracı olarak görüyorum!

Namaz, nasıl muhteşem bir organizatör olur?

Çünkü, akıl baliğ olduğumuz andan itibaren, ölene kadar olan bütün ömrümüzü, yedi gün 24 saat, mevsim geçişlerini ve bayramlar gibi özel vakitleri de kapsayarak organize eden, zamanı dilimleyen ve hayat tarzımızı belirleyen, yegane ve en muhteşem organizatör olduğunu yaşayarak biliyoruz!

Yazın ve kışın değişen günlerin şartlarına göre esneyen, Hac ve Ramazan gibi özel zamanlara ayrı etkinlikler içeren, şimşek çakmasından güneş tutulmasına kadar, her önemli olaya karşılık verebilen, kulların her vesilede Yaratıcıları olan Yüce Allah’a aracısız ulaşabilmelerini sağlayan, mükemmel bir iletişim kanalıdır namaz!

Bir Mü’min için, aklı başında olduğu sürece, hiç bir vakit yoktur ki namazdan uzak ve ayrı kalabilsin. Veyahut Rabbiyle olan randevusuna yetişemesin. Savaş halinde cephede ve hasta yatağında hareketsiz yatarken dahi namaz kılmak, Rabbiyle buluşabilmek, her Mü’mine verilmiş bir Cennet ikramı, İlahi bir Rahmet ve Şifa kaynağıdır.

Namaz, neden İlahi bir kalibrasyon aracıdır?

Dünyada ne ile meşgul olursanız olun, namaz vaktinin girmesiyle yaptığınız işlerin (hayat kurtarmak gibi görevler müstesna) namazı kılmaya mani olamayacağı ve namazdan mühim sayılamayacağı hatırlatılmış olur! Her namaz vaktinin süresi de, işlerin bir an önce halledilip namaza koşulması için verilmiş, birer fırsat kolaylığıdır. Böylece hiç kimse çok istisna haller dışında, namazdan ayrı kalmak için mazeret beyan edemez.

İster devleti yönetiyor olun, ister bilgisayarda oyun oynayın, ya da çoluk çocuğunuzla eğleniyor olun, hiç fark etmez. Verilen süre içinde abdest alarak Rabbinize dönmek ve ona olan kulluk muhabbetinizi tazelemek zorundasınız. Bu tazelenme hem bir sorumluluk hem de bir ihtiyaçtır. Namaz kılmak,  maddi ve manevi bedenimizi, ruhumuzla beraber gönlümüzü, aklımızla beraber vücudumuzu adeta başlangıç ayarlarına getirir. Kim olduğumuzu, dünyaya neden geldiğimizi, asıl hedefimizin ne olması gerektiğini yeniden hatırlatır ve adeta tatlı bir manevi formatla şekle girmemizi sağlar. Önünde baş eğilecek, diz çökülerek  yalvarılacak yegane güç kaynağının, Yüce Allah olması gerektiğini, fiilen yaşatarak tekrar tekrar bizlere öğretir namaz!

Okullarda akıllı tahta için kullanılan bilgisayarların bir özelliği vardır. Ders boyunca ne yazılırsa veya yüklenirse yüklenilsin, ders sonunda kapatıldığında her şey silinir. Tekrar açıldığında ise sadece olması gereken temel ayarlar ve programlar yüklü ve hazır şekilde gelir. Hakkıyla kılınan her bir namazın da bizi böylesine temizlemesi, asıl kulluk ayarlarımıza geri getirmesi, bozulan manevi ayarlarımızı kalibre etmesi ve şeytanla birlikte nefsimizden kaynaklanan kötü duygulardan ve zararlı fikirlerden arındırması lazımdır. Eğer böyle hissetmiyorsak, sorun namazda değil, bizdendir. Namazın hakkını vermek ve namaza kendimizi teslim etmek gerekir.

Yüce Allah, en başta Müslümanım diyen kullarını namaz nimetinden mahrum eylemesin. Namazın şifalı ikliminden bütün insanların yararlanabileceği fırsatlar ihsan eylesin!

Bizi bize bırakma, bizi namazdan uzak koyma Ey Güzel Allah’ımız!

Amin…

 

 

Görselin kaynağı: https://www.freepik.com




Gariban Bir Müslüman Olarak Arayışlarım ve Yaşadıklarım Hakkında

Ahir zamanı, hep birlikte ve tüm dehşetiyle yaşıyoruz. Daha önce kavimlerin birer birer helak olmasına yol açan günah ve sapkınlıklar artık vaka-i adiyelerden sayılır oldu. İnsanlığın sükut ettiği bu hastalıklı halleri önlemeyi bırakın, sadece eleştirenlerin bile şiddetle dışlanıp, sözüm ona nefret suçu işlemekle horlandığı tuhaf günlerdeyiz. Manevi fırtına ve tuzakların ortasına düşmeden yol almaya çalışan, aciz, günahkar ve gariban bir Müslüman olarak, çocukluğumdan itibaren aldığım İslami eğitimler ve deneyimlerin ışığında yaşadıklarımı, hissettiklerimi ve endişelerimi paylaşmaya karar verdim. Kendim ve kısmen ailemle ilgili  cüz-i iradem dışında hiç kimse üzerinde hüküm süremem. Yazdıklarım sadece yaşadıklarım ve hissettiklerimle ilgilidir. Çıkarımlarım sadece beni bağlar, ifade etmezsem içimde kalır, ama kişisel yanlışlıkları genele mal edip vebale girmekten de Allah’a sığınırım. Muhatap olduğum grupları ve bunlarla ilgili duygu ve düşüncelerimi beyan etmek zorundayım. Gündelik olaylar ve dünyevi meseleler üzerinde onlarca yazı ve proje hazırlamışken; önce dünyamı, sonra ahiretimi doğrudan etkileyecek, belki inşaAllah felaha ve belki de hafazanAllah azaba götürecek manevi yolculuğumu yazmak istiyorum. Niyazım odur ki, en azından vahim hata ve günahlardan sıyrılabileyim, benzer zorlukları yaşayan Müslüman kardeşlerime bir söz ve onlardan cümlemizi saracak hayır dualarına vesile olayım. Yazının bundan sonraki bölümlerini okumak size kalmış. İsterseniz geçmişe giden yolculuğumda bana eşlik ederek, duygularıma şahitlik yapın ve geleceğe dönük dualarımıza amin diyerek katılın. İsterseniz boş verip kendi iş ve uğraşlarınıza devam edin. Hiç fark etmez, canınız sağ olsun. Rabbim işinizi rast getirsin. Bende, belki birilerini kızdırmak ve istemeyerek küstürmek pahasına, kendimi ifade etmenin huzurunu  ve sonrasında gelen bedel ödemesini yaşayacağım her zamanki gibi…

1972’de Ailem Muş’tan İstanbul’a göç ederek, Maltepe’nin varoş kısmı olan Gülsuyu Mahallesinde yaşamaya başlamış. Ben İstanbul’da doğanların ilki, toplam 7 kardeşten 3. olanım. Kürt kökenli vatandaşlarımızın ekseriyetinde olduğu gibi, annem ve babam Şafii mezhebine tabii olarak yaşadılar ve bizleri de öyle yetiştirdiler. Evde namaz kılındığı için, temizlik ve necasetten korunma en temel prensipleriydi. Allah kendisinden razı olsun, sevgili annem bu konuda aşırı duyarlı davranırdı. Sokaktan eve gelince, daha içeri girmeden bahçedeki lavaboda el yüz temizliğini yaptırır, kapı önünde tüm kıyafetlerimizi baştan aşağı değiştirir, temiz olan ev içi kıyafetlerimizi giydirirdi. Sayesinde, daha okuma yazma öğrenmeden önce gusül abdesti almayı öğrenmiştim. Çünkü her banyo yaptırdığında bizleri önce sabunla yıkar, sonra da eline tasla su alıp, talimatlar eşliğinde niyetten başlayarak, güzelce gusül abdestini aldırır ve bittiğinde banyomuzu tamamlatmış olurdu. Yazın gittiğimiz Kur’an kursları olsa da, namaz kılmayı önce kıymetli Annemden ve sevgili Bedriye yengemden (Allah ondan da razı olsun) öğrenmiştim. Namaza durduğumuzda duaları bilmediğimiz için, kenardan annem ve yengem sufle ile destek verirdi. Namaz ve abdest konusu hayatımızın merkezindeydi. Hatta, anne-babamın en yoğun tartışmaları da abdest yüzünden oluyordu. Abdestimi kırdın diye başlayan yarı Türkçe yarı Kürtçe atışmalarını kanıksamıştık. Malumunuz, Şafii Mezhebinde evliliği birbirine haram olan kadın-erkekler ve küçük çocuklar dışında, eşler dahil karşı cinsle ten teması olduğunda namaz abdesti bozulmuş sayılıyor.

Haram ve helal şuurunu gerekirse sert önlemler alarak yerleştirmeye gayret ettiler. Eve gelirken getirdiğimiz her yeni şeyin hesabını anneme mutlaka vermek zorundaydık. Kaynağı belli olmayan hiç bir eşya veya para eve giremezdi. Ya evden verilenlere razı olurduk ya da duruma göre boyacılık, simitçilik yaparak kazandığımız paralarla istediklerimizi kısmen alabilirdik. Benim favorilerim bisiklet kiralamak, Kemalettin Tuğcu gibi çocuk romanları ve Teksas – Tommiks kitapları almak, salam ekmek ve gazoz üçlüsünü yeyip içmekti.

İlk ve Ortaokulu İstanbul’da okuduktan sonra, devlet parasız yatılı okulu sınavını kazanarak Kırklareli Sağlık Meslek Lisesinde Sağlık Memurluğu bölümünde okumaya başladım. Okulumuzun kıymetli Müdürü Nurettin USLU’nun ve diğer öğretmenlerimizin her birisinin üzerimizde büyük emeği ve hakkı oluştu. Allah onlardan razı olsun, hayırlı uzun ömürler versin, vefat eden hocalarımızı Cennetine kabul etsin. 15 yaşında, ilk gençlik çağlarında beraber okuduğumuz arkadaşlarımızla can dostluğu, kader birliği yaşadık. Kişiliklerimizi olgunlaştıran önemli deneyimler ve etkileşimlerde bulunduk. Risale-i Nurlar ile ilk defa yatılı okulda tanıştım. Yeni Asya Cemaatine mensup abilerimizin ve şehirdeki esnaf-memur abilerin ilgi ve desteği, şefkatle karışık Allah rızasından başka bir şey gözetmeyen davranışları bizlere çok cazip gelmişti. Çarşıya çıktığımızda dershane dediğimiz evlerde buluşmak, birlikte namaz kılmak, Kur’anı Kerim ve Risale-i Nurları okumak, ev ortamı gibi bir şeyler hazırlayıp yeyip içmek bizleri çok mutlu ediyor ve huzur veriyordu. Saatçi Mümin abinin muhlis ve munis halleri, Kiraz abilerin engin hoşgörü ve karşılıksız samimi destekleri gibi güzellikler içindeydik. Özellikle Ramazan aylarında, esnaf-memur abilerin hazırladıkları iftar yemeklerinin eşsiz lezzeti hala damağımdadır. Oğlak etiyle yapılan enfes pilavı unutmam mümkün değil mesela. Mustafa Kaplan abinin Yeni Asya gazetesindeki yazıları ve Yakın Tarih Ansiklopedisi içindeki bilgiler heyecan verici ve ilginç geliyordu. Okulumuzda hemen her meşrepten ve yöreden arkadaşlarımız vardı. Ama günün sonunda kader yoldaşı olduğumuzu biliyor ve birbirimizle iyi geçinmeye çalışıp, dışarıda da kollamaya gayret ediyorduk. Risale-i Nurlar, ilk defa okuduğumuzda ağır gelen, Osmanlıca – Arapça kelime ve deyimlerin yoğun olduğu, ama sohbet ortamında bilen bir abinin desteğiyle birlikte ruhumuza zevk ve ferahlık, aklımıza güzellikle ikna hisleri uyandırıyordu. Kur’anı Kerim’in bir nevi tefsiri gibi, iman konularını odaklayarak düşünmeye ve karşılaştırmaya teşvik ettiğinden ufkumuzu açıyordu. Lise döneminde bu saydığım duygu ve ortamlara neden olduğu için Yeni Asya cemaatine yürekten bağlanmış ve mezun olunca daha etkili ve özgürce hizmet etmeye adeta şartlanmıştık. Risale-i Nur gruplarını henüz ayrıntılı tanıma imkanımız yoktu, fakat o zamanlar (1987-1991) yeni yeni palazlanan ve lüks üniversite hazırlık dershaneleri ile tanınmaya başlanan F.Gülen Cemaatine (şimdi ki FETÖ’cüler, Allah onları ıslah eylesin şerlerinden bizleri de emin eylesin) karşı özellikle uyarılıyor ve bir nevi fitne grubu olarak tanımladıkları bu kişilere karşı dikkatli olmamız için ihtar ediliyorduk. F. Gülen hakkında yapılan temel eleştiriler; Risale-i Nur hareketi bir cemaat ve meşveret oluşumu iken, bu yapıyı bozup tüm ilgi ve alakayı şahsında toparlamaya çalışması, Risaleleri doğrudan değil işine geldiği kadar gündemine alması (Sızıntı dergisinin adındaki kinaye anlatılırdı), lükse ve gösterişli binalara düşkünlükleri şeklinde sıralanırdı. En çok kızdıkları ise, Risalelerin tahrif edilip bağlamından çıkarılarak, aşırı yorumla değiştirilip bir şahsa mal edilmesiydi. Ağlama seansları, abartılı vaaz şovları hakkında dikkatimiz çekiliyordu. Sonuç olarak onların artık bir Risale cemaati değil, ferdi ve nefsi bir oluşum olduğu vurgulanıyordu. Yani aslında FETÖ’ye karşı bağışıklık kazanmak için bir nevi aşılandık ve uzak durduk. Kaderin garip bir cilvesi de, bizi F.Gülen grubuna karşı şiddetle uyaran Yeni Asya grubunun yayın organı Yeni Asya Gazetesinin, zaman içinde evrilerek ve özellikle 17-25 Aralık kumpaslarından sonra FETÖ’nün dümen suyuna girmiş gibi haber ve köşe yazıları yayınlar hale gelmiş olmasıdır. İnsan, neredeen nereye demeden edemiyor…

Kıymetli Zevcem’le lise yıllarında tanışıp, mezun olunca zorunlu görev yerlerimize eş durumuyla birlikte gitmeye karar vermiştik. Eş ve iş konusu rayına girince ve fiilen nişanlılık hali oluşunca, üniversiteye hazırlık konusunda oldukça gevşek davranmaya başlamış ve düzenli ders çalışmayı bırakmıştım. Namaz ve ibadet aşkına karşılık, İslami bilimlerdeki eksikliğimi yoğun olarak hissedince de sırf doğru şekilde ibadet ve din bilgisi şuurunu kazanabilmek için İlahiyat Fakültesine gitmeye karar verdim. Nasıl olsa, liseden mezun olunca işim ve eşim hazır olacaktı. Okuyarak çalışabileceğimi de biliyordum. Bu isteğime ulaşabilmek için, Lise son sınıftayken bir yıl boyunca kıldığım her vakit namazın ardından “Allah’ım sırf sana daha güzel ibadet edebilmek için İlahiyat Fakültesine gitmek istiyorum ne olur nasib eyle” şeklinde dua etmeye devam ettim. Rabbim lütfetti, gerçekten de hemen hiç ders çalışamadığım halde, Erzurum Atatürk Ünv. İlahiyat Fakültesini iyi bir puanla kazanmış oldum. Mezun olup evlendikten sonra okul, iş ve evliliğin hepsinin birden başlamasıyla zorlanabileceğimizi düşünerek, okulumu bir yıl ertelemeye karar verdim. İlk görev yerimiz Erzincan ili merkezi oldu. Çok güzel ve çok hüzünlü anılar yaşadık orada. Çünkü, göreve başladıktan 6 ay sonra 1992 Erzincan depreminin tam merkezinde bulunduk. Çok canlar yitip gitmişti, geride kor gibi yürekler bırakarak. Bizde, eşimle beraber 2 aylık bir cennet kuşu gönderdik alem-i bekaya. Geleceğini bile anlamadan uğurlamış olduk yavrumuzu. En ufak bir sarsıntıda kalplerimize dolan korku ve acizlik hislerini, Mart ayının soğuğunda açık havada, çimenlerin üzerinde kılınan namazlardaki samimiyet ve teslimiyet duygularını yaşayanlar bilir. Tıpkı 1999 depreminin etkilediği kardeşlerimiz gibi. Gurbetçi geldiğimiz güzel Erzincan’da sıcak ve samimi dostlarımız da çok oldu elhamdülillah. Memuriyet telaşı, evlilik sorumlulukları derken, deprem sonrası kargaşa da eklenince iyice kabuğumuza çekildik. Cemaatin Kırklareli’nde tanıdığımız şekilde olmadığını veya kalmadığını anlamam uzun sürmedi. Yeni Asya gazetesinin bıkkınlık veren Demirel pazarlaması da oldukça itici geliyordu doğrusu. Bu nedenlerle Erzincan’da bir kaç sohbet dışında Yeni Asya cemaati veya diğerleriyle pek alakam olmadı.

1992 yılı Temmuz ayında, okul nedeniyle Erzurum’a tayinle gittiğimizde hayatımızın yeni sayfaları açılmaya başladı. İhsan Süreyya Sırma, İbrahim Canan gibi alanında haklı bir saygınlığı bulunan kıymetli Hocaların olduğu bir Fakültede okumak heyecan vericiydi. Öğrendiğimiz her Arapça kelime veya fiilin geçtiği ayetleri okuduğumda, en azından konuyu yavaşça anlayıp hissedebilir olmak müthiş bir mutluluk veriyordu. Geceleri Numune Hastanesi Acil Servisinde nöbet tutarken, el ayak çekildiğinde arka taraflara geçip, ertesi gün vereceğim sure ezberlerine çalışmak zor ama oldukça da huzur vericiydi. Okuldayken cemaat ve tarikat yapıları hakkında hem daha fazla bilgi toplama, hem de mensuplarıyla tanışma imkanım oldu. Kürt milliyetçiliği yapan Med-Zehra Nur cemaatini, Kırkıncı Hoca grubunu tanıdım. Risalelerin basımında bile ne kadar çok bölündüğümüzün farkına vardım. Fitne merkezlerinin sadece İslam devletlerini değil, hemen hemen bütün İslami grupları da bin bir çeşit fitne fücur ile bölünüp parçalanmaya ittiğini ve birbirine düşman ettiğini çok net gördüm. Kadiri Tarikatının bir evdeki zikir halkasına katıldım. Cehri yani açıktan ve hep birlikte yapılan zikir halkasında yer almak müthiş mutluluk vericiydi. Bu arada, DYP ve Demirel şakşakçılığı iyice ayyuka çıkan Yeni Asya grubu ile irtibatımı tamamen kestiğim halde, acil serviste çalışan cemaat mensubu bir doktorun ısrarları ile, bir kez daha Erzurum’daki dershaneye giderek, en azından nur derslerine katılmaya razı oldum. Birlikte dersin yapılacağı apartman dairesine gittik. Bilenler hatırlar, eskiden dershanelerde oturmak için şark köşesi gibi uzun minderler ve sırt yastıkları olurdu. Derse katılanlar genelde yerde oturur, dersi yapan abi ise tek kişilik koltukta ve önünde risaleler olan bir sehpa eşliğinde dersi yapardı. Tek kişilik koltuk bir nevi özellik hissi verdiğinden, ta lisedeyken biz talebeler buna enaniyet koltuğu der, kendi aramızda şakalaşırdık. İşte ona benzer şekilde,  dersi yapacak olan abi koltuğuna oturdu ve önündeki kitapları biraz kurcaladıktan sonra, hepsini kapatıp yerine bıraktı ve derse gelenlere şöyle hitap etti: “Arkadaşlar bugün risale dersi yapmayacağız. Ama en az onun kadar önemli bir konuyu tartışacağız. Biliyorsunuz Erzurum’da Anavatan Partisi ile Doğruyol Partisi neredeyse başa baş gidiyor. Seçimlerde çok yaklaştı. Doğruyol Partisinin oylarını arttırmak için neler yapabiliriz, nasıl bir yol izlemeliyiz bugün bunları konuşacağız.” dedi. Bu sözleri duyunca, bütün iyi niyetli duygularım yerle bir oldu. Dersi bırakarak ayrıldım ve bir daha da ne derslerine katıldım ne de gazetelerini okudum. Siyaset hastalığı bünyeye girince kolay çıkmıyor maalesef. Koskoca cemaati bir partinin kuyruğu ve bütün tuhaflıklarına rağmen, bir adamın gönüllü fedaileri haline getirenler ve bu uğurda sayısız bölünmelere neden olanlar elbette yaptıklarının hesabını  Yüce Allah’a verecektir.

 Eşimin rahatsızlığı nedeniyle Erzurum’dan ayrılıp okulumu da bırakmak zorunda kalmıştım. Bir yıl İlahiyat Fakültesi hazırlık sınıfında okumaksa, bana dualarımın karşılığı nimet olarak kalmış ve temel dini konularda eğitim alabilmemi sağlamıştı. Kocaeli Gebze’de ikamet edip çalışırken, il dışından misafir gelen çok yakın dostlarımız olan bir ailenin ricası ile İzmit Doğantepe’de bulunan bir Nakşibendi dergahına onları götürdük. Kendimi her hangi bir cemaat veya tarikata ait hissetmediğim için, acaba aradığım yer burası mı merakıyla karışık, bende aralarına girdim. Meşhur kuru ekmekleriyle çorbalarından tattım. Her hangi bir ön şartla yaklaşmadığım halde, gördüğüm bazı şeylerden rahatsız olarak buraya ait olmadığımı hissettim. En temel sorun şuydu bence: Sevdiklerimizi önceliklerine göre sıralayacak olursak 1. Allah-u Teala, 2. Peygamber Aleyhissalatuvesselam, 3. Anne – Baba, Eş ve Çocuklar gelir. Bu sıralamayı bozacak veya araya girecek şeylerden rahatsız olurum. Orada gördüğüm şey, Seyda dedikleri şahsa karşı yapılan, anormal derecede yüksek tazim görüntüleriydi. Anne-Babayı çok aşan, Hazreti Peygamber ile yarışan bir tavır söz konusuydu. Kapısında ayakkabılarının dahi nöbetle tutulduğu, karşısında sırt dönülmeden eğilerek el pençe girilip çıkıldığı, görünce kendinden geçilip meczubane çığlıkların atıldığı bir uygulamayı kabul edemedim. Sırf Seyda’nın çocuğu veya torunu diye, henüz ergenliğine dahi ulaşmamış çocuklara gösterilen abartılı saygı gösterileri, yaşlı başlı insanların ibadet aşkıyla o çocukların ellerini öpmeleri, Seyda’nın oğlu da içiyor diye, ortalığı duman altı edecek kadar yoğun sigara içilme seansları bana çok ters gelmişti. Velhasıl o defteri de kapatmış oldum.

Ailemden görüp yetiştiğim Şafiilik Mezhebi içindeyken, kentsel hayatın getirdiği şartların da etkisiyle sıkıntılar yaşıyorduk. Evlenince benim gibi Şafiiliğe geçen Zevcemle aramızdaki en sık tartışma konusu, namaz abdestini bozmayla ilgili olmuştu. Tıpkı anne ve babam gibi! Çarşı pazarda elimi kolumu saklayarak yürümek, iş yerinde çalışırken olağan veya kazara temaslar nedeniyle sürekli abdest tazelemek, doğrusu zor gelmeye başlamıştı. Hanımla istişare ederek birlikte Hanefiliğe geçmeye karar verdik. 30’lu yaşlardan sonra Hanefi olarak ibadet ve muamelatta bulunmaya başladım. Dini bizler için yaşanabilir ve kolay kılan Rabbimize, milyonlarca hamd-u  senalar olsun. Her durum ve ihtiyaca uygun sünnet-i seniyyesi ile, bizlere en güzel rehberlik ve önderliği gösteren biricik Peygamberimize milyonlarca salat-u selam olsun.

Devam eden yıllar içinde çeşitli cemaat ve tarikat ehli insanlarla tanışma ve yapıları hakkında deneyim kazanma imkanım oldu. Tarikat ehli insanlarımıza saygı duyuyorum. Bununla beraber, bana göre bir yol olmadığına artık eminim. Çünkü, aklımı bir başkasının cebine koymam ve doğruluğunu sorgulamadan imam önündeki meyyit gibi, her dediklerini kabul etmem mümkün değil. Mahmut Hoca Efendi bağlıları ile yaşadığım bir olayda bu durumu teyit etmiş oldu. Bir gün, ikindi vakti namazı için İstanbul Kozyatağı’ndaki bir Camiye gitmiştim. Cemaat vaktini kaçıran ve sonradan gelen bir kaç kişi olduk. Yaşları benden büyük, sakallı ve cübbeli iki amca, normal giyimli bir arkadaş ve iş görüşmesine gittiğim için takım elbiseli kravatlı olan ben vardım. Sofi amcalardan birisi cemaat yapalım deyince, olur tabi deyip arkasında namaza durduk. Namaz ve tespihat sonunda, imam olan amca, hadi tanışalım sünnettir dedi. Peki deyip kısaca kendimizi tanıtıp musafaha (tokalaşma) yaptık. İmamlık yapan amca bir şey daha söylemem lazım dedi. “-Mahmut Hoca Efendi hazretleri diyor ki kravatla namaza durmak olmaz. Çünkü secdeye giderken kravat önden yere geldiği için secdenin şartı bozulur ve namaz batıla gider. Hatta, kişi kravatla namaz kılacağına hiç kılmasa daha hayırlıdır.” Ben küçük bir şok yaşadım bunları duyunca ve aklımdan ilmihal bilgilerini tarayıp vereceğim cevabı düşünürken, esnaf olduğunu öğrendiğimiz arkadaş nereden uyduruyorsunuz bunları, nerede yazıyor diye çıkıştı. İmamlık yapan amca da, Mahmut Hoca Efendinin kitabında yazıyor diye savunarak karşılık verdi. O anda, böyle bir tartışmanın kimseye fayda getirmeyeceğini anlayarak “En doğrusunu Allah bilir, Allah kabul etsin inşallah” diyerek yanlarından uzaklaştım. Kravat takmanın farz olan namaza engel olacağına iman etmek ve savunmak bambaşka bir şey olsa gerek. Mahmut Hoca Efendinin gerçekten böyle bir kitabı olup olmadığını, amcanın yanlış anlamış olabileceğini bilmiyor ve yargılamıyorum. Bu kıssadan kastım, kişinin kendisine gelen haber ve bilgileri araştırmadan, sahih kaynaklardan teyit etmeden, kabul edip içselleştirme ve etrafına da bu şekilde yaymaya çalışmasıyla ilgilidir. Körü körüne itaat ve icraat, özellikle dini konularda ne kadar doğrudur?

Bir başka risale grubu olan, Yeni Nesil grubunun da derslerine bir süre katıldım. Sırf risale derslerinden ayrı kalmamak için. Ama orada da yoğun bir ticaret ve kitap pazarlaması hissiyatı uyandıracak şekilde, gelenlere karşı doğal ve zorunlu müşteriler gibi davranıldığını gördüm. Sadece derslere katılmak yeterli gelmiyordu. Grubun yayınlarından bolca almak ve hatta dağıtıp hediye etmek için bir nevi baskı altında kalıyordunuz. Sonuçta burada da mutlu olamadığım için devam etmeyi bıraktım.

Risale-i Nur dersleri açısından en sade ve amaca yönelik davranan, siyaset ve ticaret etkilerinden en çok arınmış gördüğüm grup, Okuyucular Cemaati oldu. Hoş, onların dahi fitne rüzgarlarından etkilenerek Suffa Vakfı, Hamidiye Vakfı ve Kurdoğlu Grubu gibi bölünmeleri de bir vakıa ama, Risale açısından en rahat hissettiğim yer onların yanıydı. Kuralkan ailesinin kıymetli fertlerinin samimi  ve istikrarlı desteklerini hizmet aşkıyla esirgemediği Hamidiye Vakfına ara sıra da olsa gitmeye, Suffa Vakfından dostlarımızın derslerine bazen katılmaya çalışıyorum. Allah cümlesinden razı olsun.

FETÖ’ye karşı, önceleri Yeni Asya cemaatinin telkinleri ile ön yargılı ve uzak duruyorken; yıllar sonra hemen herkesin zannettiği gibi, hizmetlerinin ve görünüşte hayırlı işlerinin artması ile acaba yanılıyor muyum demeye başlamıştım. Bu yüzden, aralarına tam olarak girmesem de içlerinden yakın dostluk kurduğum ve tanıdıklarım da olmuştu. Hatta, 2011 yılında işsiz kaldığım bir dönemde, Kaynak Holding’te çalışmak için başvuruda bulunmuş, mülakata çağrılmış ama işe kabul edilmemiştim. Allah biliyor ya, o zamanlar eğitim ve deneyim açısından her hangi bir eksiğim olmadığı halde, kabul edilmediğim için çok içerlemiş ve üzülmüştüm. Şimdi ise ne kadar şükretsem azdır, o hainler güruhuna karışmaktan kıl payı kurtardığım için. Tanıdıklarıma bakıyorum da; 17-25 Aralıktan sonra dahi FETÖ militanlığı yapan ve bu yüzden benim gibi kendilerine muhalif olanlarla ilişkisini kesip sosyal medya bağlantılarını dahi koparanlar oldu.  FETÖ kumpaslarını destekleyip, bizleri sözde hırsız- yolsuz sevici olmakla suçlayanların bir kısmı görevden alınmış veya adli takibat altına girmiş. Bir kısmı, 15 Temmuz hain kalkışmasından sonra aklı başına gelerek sükut edip bir kenara çekilmiş. Bir kısmı da, sözde 15 Temmuz’dan sonra darbecilerle ilişkisini kesmiş ama, yoğun siyasi muhalefet yaparak kendince mücadeleye devam eden, tuhaf bir çizgi tutturmuş gidiyor. Her dönemin adamı olmayı başarıp(!), gemisini yürütmeye devam edenleri de ibret ve hayretle izliyorum. Allah-u Teala, cümle FETÖ ve benzeri hain oluşumların mensuplarını ve hayranlarını ıslah eylesin, ıslah olmayanların şerlerinden bizleri emin ve uzak tutup, şerlerini de başlarına çevirsin. Elhamdülillah çeviriyor da…

Buraya kadar, yaşadıklarımı ve yaşadıklarımla ilgili düşüncelerimi sıraladım. Genel olarak; Allah-Peygamber diyen, meşru yollardan ve kimseye zarar vermeksizin Allah’ın rızasını arayan her kişi ve gruptan Allah razı olsun. Bir toplumda her mesleğe ihtiyaç duyulacağı gibi, her insanın kendini özel ve ait hissedeceği meşreplerin, grupların bulunması da doğal bir hak ve ihtiyaçtır. Kimileri tarikat yolu ve teslimiyet haliyle yol almaya çalışır, kimileri risale ve benzeri gruplar içinde huzur bulur. Müslümanların, dahil oldukları yerler ve örnek aldıkları kişilerin söz ve tavsiyelerini İslam dini esaslarına uygunluk açısından kontrol edebilecek veya ettirebilecek kadar şuurlu ve dikkatli olmaları gerektiğine inanıyorum. Aynı şekilde, grup ve cemaat liderlerinin de kendilerine tabii olanların hem dünya, hem de ahiretlerini doğrudan etkilediklerinin farkında ve sorumluluğuna da haiz olmaları icap eder. Milli ve dini önemli meselelerde, kanaat önderlerinin çocukça ve fitne kokan inatlarını bırakarak, birlik ve beraberlik şuurunu yerleştirmeye ve geliştirmeye çalışmaları lazım gelir. Bu konudaki yazımı da buradan okuyabilirsiniz.   Ben kendi yolculuğumu anlattım, günahıyla-sevabıyla hesabını da ben vereceğim. Halen özel bir yere ait gibi hissetmiyor, orta yolda kalmaya, nefsimden ve dünya işlerinden sıyrılabildikçe risale ve diğer yayınlardan okumaya, en azından namazlarımda Cami Cemaatine devam etmeye çalışıyorum. Çünkü, En Sevgilinin ve hepimizin Sevgilisi Peygamberimizin, namaz vakitlerinde Cami ve Mescitlere gitmeyle ilgili onlarca mübarek emirleri ve müjdeli teşvikleri var. Rabbim cümlemizi Camilerden ve cemaat namazlarından ayrı düşürmesin. Hakkı hak bilip savunanlardan, batılı batıl bilip kaçınanlardan eylesin vesselam…

 




Asgari Ücret Yetmiyor, Asgari Müslümanlık Yeter mi?

 

Evine sadece bir asgari ücret giren insanlarımızın Allah (C.C.) yardımcıları olsun. Bu zamanda asgari ücret seviyesinde gelirlerle geçinmeye çalışanlar her ay kahramanlık yaparak yaşıyor. Zaten bu yüzden sadece babalar değil, anneler ve hatta çocuklar bile çalışarak aile bütçesine katkı vermeye uğraşıyor. Hiç bir şey olmazsa konu komşu yardımları, memleketten gelen takviyeler ve diğer sosyal kurumların desteği ile açıklar kapatılmaya, ihtiyaçlar giderilmeye çalışılıyor. Görüyoruz ki asgari ücret geçinmeye yetmiyor, peki asgari Müslümanlık kurtuluşumuza yeter mi? Bu konudaki düşüncelerimi ve ne demek istediğimi en başta kendi nefsimi muhatap alarak ifade etmeye çalışacağım. Dilerim okuyanlara da faydası dokunur.

Bizlere bahşedilen ömrün en keskin dilimlerini her gün doğup yeniden batan güneş belirliyor. Şüphesiz kıyamete kadar devam edecek bu döngüye hepimiz belirli bir süre için şahitlik edebileceğiz. En son gördüğümüz gün batımından sonra yeni sabaha kimlerin kavuşacağına dair kesin bir teminatımız da yok. Bu güzel manzarayı belki de son kez görüyor olacağız. Üstat Necip Fazıl ne güzel söylemiş:  “Büyük randevu, bilsem nerede, saat kaçta? Tabutumun tahtası, bilsem hangi ağaçta?” Saati bize meçhul ama geleceği kesin bu büyük randevu için hazır mıyız? Şükürler olsun ki İslam üzere olduğumuza iman ediyoruz ama Müslümanlığımız bizden kabul edilecek mi? Kıytırık dünya sınavlarını başarmak için girdiğimiz onca stres ve hazırlığın yarısı kadar olsun ahiret sınavı için endişeleniyor muyuz? Sınırlarını nefsimize göre belirlediğimiz asgari Müslümanlığımız ahiret sınavında kurtuluşa ve Rıza-i İlahi’ye erenlerden olmamızı sağlayacak mı acaba?

  Asgari Müslümanlıktan kastım, İslam ile ilgili olarak yerine getirmediğimiz veya getiremediğimiz görev ve sorumluluklarımızdan arta kalan iyi amellerimiz ve kuru bir iman inancından beslenmeye çalışan kulluğumuzdur. İmanımızı güçlendiren temel unsur amellerimiz olduğu için, amelsiz imanımız doğal olarak zayıf ve güçsüz kalıyor. Herkesin kendine göre asgari Müslümanlık çizgisi hayat tarzına paralel şekilde oluşuyor. Bu çizginin meşrutiyetini ve yeterliliğini ancak Allah bilebilir. Kişileri sınıflamak veya yaftalamak haddimiz değil ama açık şekilde izah edilen Nass’lardan (temel İslam kaynaklarına dayanan net bilgiler) yola çıkarak genel değerlendirme veya özeleştiri yapabiliriz.

Dünyadaki hemen her işimiz bir sözleşmeye dayanıyor. Bazıları yazılı bazıları da sözlü akitlerle kayıt altına alınıyor. Evlilik taraflar arasındaki bir akittir. Karşılıklı haklar ve sorumluluklar doğurur. Kadın ve erkeğin birbirlerinden faydalanmasına ve birlikte yaşamasına meşru bir zemin sağlar. Öğrencilik okul ile yapılan bir sözleşmedir. Eğitime katılım ve başarı azmi gerektirir. Karşılığında eğitim ve öğretim hizmeti alınır. Çalışma hayatı ve ticaret tamamen sözleşmelerle yürür. Belli bir zaman dilimindeki çalışmasına karşılık işçiye ücret ödenir. İşçiden beklenen en iyi performansını göstermesi, işverenden beklenen de iyi bir iş ortamı ve düzenli ödenen hakkaniyetli bir ücret sağlamasıdır. Taraflardan birisi sorumluluklarını ciddi ölçüde yerine getirmediğinde karşı tarafın sözleşmeden vaz geçme hakkı doğar. Evlilikler bozulur, eğitimler biter, işçiler çıkarılır veya iş yerini bırakır. Vatandaşlıkta toplum ve devlet ile yapılan bir sözleşmedir. Kurallara uyulmadığında sonu idama varan yaptırımlar gerektirir. Vergi ve benzeri maddi yükümlülükler doğurur. Buna karşılık sağladığı faydalar ve haklar nedeniyle gönüllü bir bağlılığa yol açar.

Bizleri yaratan Rabbimiz ile ilk sözleşmemizi Kalu Bela’da yapmıştık. Rabbin, ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuştu.. Onlar da ‘Evet, buna şahidiz,’ dediler. Kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik.’ demeyesiniz.” (el-A’râf, 7/172)  Ruhlarımız söz vermişti. Sonra bu sözümüzü amellerimizle tasdik edebilmek üzere dünyadaki kulluğumuz için sınanmaya başladık. Bizi bizden daha iyi bilen ve seven Rabbimiz; kurtuluşa erenlerden olmamız için aramızdan elçiler yani peygamberler seçerek bizimle iletişim içinde oldu. Bazen sözlü bazen de yazılı emirler ve tavsiyelerde bulunarak bize her dönem farklı bir din adı altında kurtuluş sözleşmeleri sundu. En son gelen ve en güzel şekilde tekamül etmiş olan İslam dinimiz ve Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.S.) ile Rabbimiz ile olan iletişimimiz zirve yaptı. Çünkü gönderilen en son ve en güzel Kitap olan Kur’anı Kerim içinde geçmişteki dinler, olaylar, peygamberler ve ümmetler hakkında en kapsamlı açıklamalar, uyarılar ve geleceğe yönelik alınması gereken tedbirler yer aldı. Önceki ümmetlerden ve olaylardan ders almamız için sürekli tekrarlanan ” … artık akıllanmayacak mısınız? … hiç düşünmüyor musunuz?  …. aklınızı kullanmaz mısınız?” mealinde ifadelerle biten veya akla vurgu yapan  çok sayıda ayetlerle muhatap olduk. Kısacası, İslam dini Rabbimiz ile aramızda yapılan en son, en güzel, ve de öncekileri yürürlükten kaldırıp Kıyamete kadar geçerli olacak olan tek sözleşmedir.

Kelime-i Şehadet ile imzaladığımız İslam sözleşmesi bize bütün Müslümanlar ile kardeş olma şerefini kazandırıyor. “Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.” Şeklinde buyuran kutlu bir Önderimiz (S.A.S.) var. İslam’ın ve İslam’a imanın şartlarına uygun bir hayat yaşadığımızda Allah’ın razı olduğu kullar arasına girip Cennet ile ödüllendirilen, Peygamberlere ve iyi insanlara komşu edilip, Cenab-ı Hakkın Cemalini seyretmeye layık bulunanlardan olma imkanı bahşedilmiştir. İslam geldikten sonra halen İslam’a girmeyenlerin durumu malumdur ve bu yazının konusu değildir. Ama İslam içinde olduğunu ikrar edip kulluğunun gereğini layıkıyla yapmayanlar için önemli riskler ve tehlikeler mevcuttur. Kıyametten sonra ölüm dahi öldürüleceğinden sonsuz bir hayat söz konusudur. Dünyadaki tembelliğimiz veya nefsimize düşkünlüğümüz yüzünden sonsuza dek sürecek ahiret hayatını riske etmek kadar tehlikeli bir kumar olabilir mi? Sınırlarını kafamıza göre belirlediğimiz asgari Müslümanlığımız  ahiret sınavından geçmemize yetecek puanı sağlayacak mı? Kendi nefsim adına bu korkuyu bazen şiddetle hissediyorum. Dizginleri nefsime kaptırıp boş işlerle zaman kaybederken, ibadetlerden kısıp başka şeylerle ilgilenirken unutmuş gibi olsam da etrafta hatırlatan şeyler çok oluyor. En başta ölüm gerçeği. Bediüzzaman Hazretleri ne güzel ifade etmiş: “Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.”  Hastalıklar, belalar, kazalar, felaketler ve diğer tüm olumsuz şeyler bir yönüyle kul olarak acizliğimizi, dünyanın geçici olduğunu, gerçek adaletin Mahşer Günü yerine getirileceğini bize bildiriyor. Çoğu kere zayıflığımız ile farkına vardığımız aciz kulluğumuz ile şefkat ve merhamet dilenerek sığındığımız Rabbimiz bize teselli, sükunet ve umut veriyor.

İslam’la ilgili sorumluluklarımız bütün hayatımızı kuşatacak şekilde tanımlanmıştır. Her konu kendi çapında önem atfeder. Bu yüzden yazıyı da uzatmamak adına sadece bir konuyu ele alıp bitirmek istiyorum. İmandan sonra hesabını ilk vereceğimiz borcumuz  namazdır.  Namazın önemi ve hikmetlerini ifade etmeye kelimeler, kitaplar yetmez. Kur’anı Kerim’deki emirler ve işaretlerin yanı sıra Sevgili Peygamberimizin atfettiği değer ve savaş cephesinde dahi terk etmemek için gösterdiği hassasiyet muazzam bir kıymete ve gerekliliğe karşılık gelir. Hemen her türlü ibadetin bir özeti niteliğindeki namaz ile günde 5 vakit manevi bakım ve temizliğe mazhar oluruz. Bozulan fabrika ayarlarına döner gibi, kulluğumuzun ve acziyetimizin tekrar farkına varır, yalancı dünya meşgalelerinden bir parça da olsa sıyrılırız. Amirlik, zenginlik, şöhretlik, gibi dünyevi makam ve unvanlar, secde çizgisinde, fakirler, köylüler, işçiler, memurlar gibi toplumun her kesimiyle birlikte sıfırlanır ve kul ile Allah arasında doğrudan bir irtibat sağlanır. Bu irtibatın gücü ve etkisi kulun kimliğinde ve görevinde değil samimiyetinde ve doğruluğunda gizlidir.

İslam’da tarif edilen asgari Müslümanlık İslam ve iman şartlarını kabul edip uygulamayı, kötülükten kaçınıp iyiliği emretmeyi gerektirir. Takva denilen durum ise daha hassas ve özenli davranmayı, en küçük bir mesele de bile İslam ölçüsünde hareket etmeyi azmettiren bir adanmışlığı ifade eder. Bu nedenle Allah katındaki asıl değerimizi takvamız belirler. Günde 5 vakit namaz kılmak takva demek değildir. Namaz zaten ödenmesi gereken bir borç gibi asli görevimizdir. Namazı hakkını vererek kılmak ve namaz aralarında dahi namazdaymış gibi özenli davranmak takvanın kendisidir. Rabbim takvamızı arttırsın. Müslüman olduğunu iddia edip, namazını düzenli olarak kılmayandan daha deli cesaretli olanı bilmiyorum! Ne büyük bir risktir namaz kılmamak! Namazdan mahrum kalmak ne büyük bir hastalıktır kalplerimiz için! Yarım yamalak, çoğu kere dünya işlerinden sıyrılamadan kıldığımız namazlar acaba kabul edilir mi diye endişeyle beklerken; hiç namaz kılmayıp benim kalbim temiz, insanlara ve hayvanlara iyilik yapıyorum vb. bahanelerle kendini avutanları görünce hayretler içinde kalıyorum. Evet Allah’ın merhameti ve şefkati sınırsızdır. Kimi nasıl yargılayacağına sadece o karar verir. Ama Allah aynı zamanda en Adil olandır. Bizzat emrettiği ve önemle üzerinde durduğu, Resulünün (S.A.S.) en çok söylediği ibadeti yapmayan kişilere, yapanlardan farklı olarak neden hesabını sormasın? Kıldığımız namazların kabul edileceği bile şüpheli iken, kılmadığımız namazlardan kurtulacağımıza inanmak demek, yazılıda boş cevap kağıdı veren öğrencinin geçer not almayı beklemesi kadar saçma ve tehlikeli bir durumdur.

Diğer konuların önemi ve gerekliliğine halel getirmeksizin, en azından 5 vakit namazı hakkıyla kılmayı kendi asgari Müslümanlık kalıbımıza koymamızın şart olduğunu en başta kendi nefsime ve Müslüman kardeşlerime şiddetle tavsiye ederim. Cümlemizin namaz ve diğer ibadetlerinin kabul olunması ortak duamızdır.